Ana Sayfa Eğitim Kerbelâ’nın ardındaki sır

Kerbelâ’nın ardındaki sır

YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 27)

Geçtiğimiz üç bölümden çıkarabileceğimiz tecrübe şu: Her peygamber ve peygamber takipçisi Allah’ın mesajını duyurmak sorumluluğu taşır. Görevi budur. Diyelim ki komşu bir coğrafyada bir zâlim kral, halkın dinini özgürce seçmesine engel oluyorsa bunu önlemek peygambere düşer. Fetihlerin meşruiyeti zulmü önleme ve mesajı sunma sınırlarına kadardır. Bu sebeple fetih ile istila arasında çok ince bir çizgi vardır. Bu sınır, tarih boyunca kompleks bir soru olarak peygamber takipçilerinin önüne çıktı. Nübüvvete veraset için yola çıkanların en zor sınav sorusu bu oldu.

Yüzeysel bir ayrım yaparsak ; nübüvvete varis olma ya da peygamber yolunun “taşıyıcısı” veya “temsilcisi” olma söylemini kullananlar 3 ayrı grupta yer almıştır.

Birinci grup: İktidar, devlet ve dünyevi makam gibi emellere ulaşmak için dinin masumiyetini ve cazibesini istismar edenler. Hali hazırdaki zümreyi bununla örnekleyebiliriz.

İkinci grup: Yolun gereklerini hakkıyla yerine getirip, tam bir peygamber takipçisi olarak bu işi velayetle temsil edenler ve çağdaş ganimet türlerinin tuzağına düşmeyenler.

Üçüncü grup: Aynı berrak ve duru niyetlerle yola çıkan ama bir “yok etme tehdidi” karşısında hilafeti ele geçirerek veya devlete eklemlenerek ayakta kalmayı düşünenler. Böylece devleti dönüştürerek dini korumayı ve halkı zulümden kurtarmayı planlayanlar. Çarpıcı bir örnekle başlayalım.

KERBELA TECRÜBESİ

Hz. Hüseyin (ra) nübüvvete veraseti temsil eden o günün en nezih sahabi grubunun önündeydi. O ve çevresinde toplananlar nübüvvet mesajını taşımaya en layık insanlardı. Hz. Hüseyin bu mesajı kuvve-i velayetle götürebilecek bir kurbiyet makamındaydı.

Hz. Bediüzzaman bu altın silsileye işaret eder:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî (akraba, aile) şefkat ve hiss-i karabetten (yakınlık) gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı (ip) nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.”

Maalesef o günün insanları bunun şuurunda değildi. Ehl-i beyt’in taşıdığı misyonun değeri bilinmiyordu. Devletin başında Yezit gibi “fasık-ı mütecahir” bir Emevi sultanı vardı. Hz. Hüseyin onu meşru bir halife olarak görmüyordu. Çünkü babadan oğula geçiş Bizans’a ait bir monarşi usulü yani “Herakliyye” tarzı idi. Yezit şûra, seçim ve ehliyet prensiplerine riayet edilmeden veliaht tayin edilmiş, sonra da bir oldubittiyle halife olmuştu.

Kûfe’den Hz. Hüseyin’e mektup üstüne mektup geliyordu. Mektuplarda halk, Hz. Hüseyin’den bu zâlime başkaldırmasını, onlara öncülük etmesini istiyordu.

Peki halkın gerçekten böyle bir talebi var mıydı?

Maalesef yoktu. Halkın “İslam elden gidiyor, gel bizi Yezit’ten kurtar!” mesajlarının altında yatan gerçek başka idi. Avam halkın veya çoğunluğun “din” diye bir derdi yoktu. Dileyen zaten dinini yaşıyordu. Buna engel yoktu. “Yezit bir fasıktı ama halkı fıska zorlamıyordu.” Yaptığı zulümler vardı. Bunu önlemek için harekete geçmek gerekirdi ama halkın böyle bir davası yoktu.

Bu durum Hz. Ali zamanında da böyleydi:

“Vakıa şuydu ki, Şam valiliği sırasında Muaviye, bir yandan Bizans hile ve siyaset araçlarını yeterince tetkik etmiş, diğer yandan ileride kendisini iktidar mücadelesinde destekleyecek askerî ve bürokratik sınıfları mal ve servete boğmuştu. Başta Şam halkı olmak üzere, artan refahtan daha çok pay isteyen sınıflar ve zümreler, Medine’den Hz. Peygamber’in sade ve mütevazı hayat biçimini savunan Hz. Ali’nin iktidarında kendileri adına iyi bir gelecek görmüyorlardı.” (Din ve Siyaset, Ali Bulaç)

Hz. Hüseyin’e gelen yanıltıcı çağrılara karşı Irak halkını tanıyanlar onu uyarıyordu.

Meşhur şair Ferazdak, Hz. Hüseyin’e “Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları’yla birliktedir” demişti.

O günün sahabisi içinde temayüz etmiş tefsir ve fıkıh alimi Abdullah ibn-i Abbas, Hz. Hüseyin’e şu tarihi sözleri söylemişti:

“Ey Amcamın oğlu! Gideceğin yerde helak olacağından, kökünün kazınacağından korkuyorum! Çünkü Iraklılar, gaddar, vefasız, sözlerinde durmaz bir kavimdir. Sakın, onlara yaklaşma. Sen, Hicaz halkının Seyyidi ve ulususun. Eğer, Iraklılar, dedikleri gibi, seni istiyorlarsa, onlara yaz, düşmanlarını (valilerini) sürüp çıkarsınlar. Sonra, yanlarına git. Eğer ille gideceksen bari Yemen diyarına git. Oradan halka yazılar yazar, davetçilerini her tarafa dağıtırsın. Vallahi, Hz. Osman’ın kadın ve çocuklarının gözleri önünde öldürülmesi gibi, senin de, öldürüleceğinden korkuyorum. Eğer, gücüm yetseydi iki elimle saçını yakalardım. Seni durduracağımı bilsem, böyle yapardım!”

Ömer b. Abdurrahman da Iraklıların dini bir kaygılarının olmadığını anlatmıştı:

“Yanlarına varacak olursan, onlar, senden mal ihsan etmeni isteyecekler. Çünkü onlar, dünya ve dünyalık kuludurlar. Senin elde etmek istediğin beldelerdeki valiler ve âmirler onlardandır. Halk ise, dirhem ve dinarların kuludur. Sana yardım sözünde bulunanların senin değil düşmanlarının yanında olacaklarından korkuyorum!”

Benzer şekilde Ebu Bekr b. Hâris şöyle demişti:

“Iraklılar senin baban gibi birinden dünyalık umdular. Bunu bulamayınca da onu bir kenara bıraktılar. Bundan sonra kardeşin Hasan’a da aynısını yaptılar. Sen şimdi bunların yanına mı gideceksin? Hâlbuki rakibin senden daha kuvvetlidir. Halk ondan korkar ve dünyalığı ondan bekler. Yanlarına varacak olursan senden mal ve ihsan isteyeceklerdir. Çünkü onlar dünya ve dünyalık kuludurlar.”

En önemli ikazı Hz. Ömer’in müstesna oğlu Abdullah bin Ömer yapmıştı:

“Allah, Resulüne dünya ile ahiretten birisini seçmesini söyledi ve Rasulullah ahireti seçti. Sen de ondan bir parçasın ve sen bu dünyayı elde edemezsin!”

Demek istediği şuydu: “Sen Allah’ın aziz bir kulusun. Allah sana dünyayı ve dünyalığı nasip etmez.”

Fakat Hz. Hüseyin önemli sahabilerden Abdullah bin Zübeyr’in reyine uymayı tercih etti. Abdullah bin Zübeyr şöyle demişti: “Şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı Kûfe’ye gitmekte hiç tereddüt göstermezdim” 

Hz. Hüseyin devlet gücü ile dine hizmet etme düşüncesinde idi. Halktaki bozulmayı bu yolla önleyeceğini düşünüyordu. Yezit’e karşı çıkma gerekçesini kardeşi Muhammed b. Hanefiyye’ye şöyle ifade etmişti:

“Ben şımarıklığımdan, bozguncu ve zalim olarak ortaya çıkmış̧ değilim. Ben, dedem Muhammed’in ümmetinin felahını ve iyiliğini talep maksadıyla ortaya atılmış̧ bulunmaktayım. İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek, dedem ve babamın yolundan yürümek istiyorum.”

Niyeti şüphesiz hâlisti. Taberi’ye göre Hz. Hüseyin, Ehl-i Beyt mensubu olarak, kendisinin hilâfete daha layık olduğunu, yönetime gelmesi halinde, Kur’ân ve sünnete göre işleyen bir yönetim kuracağını vaad ediyordu. Hayat kaygısı yoktu. Alacağı riski önemsemiyordu.

Ferezdak’e verdiği “Hayır gideceğim!” cevabı bunu ifade ediyor: 

“Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini işler ve rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz; O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü çıkarsa niyeti hak ve takvâsı da teneşir tahtası olan kimse elbette taşkınlık göstermez.”

Peki bu yolculukta Allah’ın muradı neydi?

Kader, Emevi sarayının, zâlim gürûhtan temizlenip seyyid ve şeriflerle donanmasının onaylayacak mıydı? Nübüvvete veraset görevi devlete eklemlenerek mi yoksa kendi doğal seyrinde mi devam edecekti? Daha ötesi o günün halkının böyle kutsi bir kadro ile yönetilmeye liyakati var mıydı?

Sonraki yazı: Vali yerine evliya olmak…

2 YORUMLAR

  1. Adem Manisali
    Muhterem hocam, yazinizdan cok istidafe ettim. Lutfen, tarihe bu sekilde yazilarinizla isik tutunuz. Zira, butun bu konulari bizlerin arastirip sentezlemesi mumkun degildir. Allah ebeden razi olsun.
  2. Doğrucu davut
    2. Ve 3. Grup arasındaki farkı anlayamadım açıkçası. 3.grupta yok edilme tehdidi var demişsiniz ama yazıya göre bu tehdidin ne olduğu da net değil. Grubun yok edilmesi mi islamın yok edilmesi mi? Grubun yok edilmesi tehditi varsa iktidara talip olmadıkları sürece öyle bi tehdidin olmadığı anlaşılıyor. İslamın yok edilmesi tehdidi ise 3.grubun 2.gruptan farkı kalmıyor. 1.grubu günümüzdeki yezide benzettiğinize göre 3.grubu gülen cemaatine benzettiğinizi tahmin ediyorum. Eğer öyleyse amaçları 3.gruptakiler gibi hilafeti (idareyi) devralmak mıdır?