Deprem ve yapı güvenliği

Eylem Ulutaş AYATAR*

Deprem, dünyanın iç enerjisinin kendisini ortaya koyuş biçimlerinden birisi. Tektonik plaka hareketleri sonucunda fay hatlarındaki kırılmalar ile ortaya çıkan enerji ve dalgaların yer üstünde yarattığı sarsıntı ve hareketin genel adına deprem diyoruz. Deprem bir doğa olayı ve yıkıcı etkilere sahip.

Anadolu toprakları deprem kuşağında yer alan bir coğrafya. Bu topraklar insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar depremlerle sarsılmış ve bu oluşum sonu bilinmeyen bir geleceğe kadar devam edecek. Televizyonlarda, evlerde, sokaklarda, kahvelerde herkes fay hatlarından, fayın ne zaman kırılacağından, kaç büyüklüğünde bir deprem yaratacağından bahsediyor ve tartışmalar uzayıp gidiyor. İnsan hayatıyla kıyaslandığında sonsuz bir döngü bu ve zaman durmadan akıyor.


Deprem aslında coğrafyamızın bir gerçeği olmasına rağmen oturduğumuz yapılara güvenemediğimiz için ona bir türlü alışamıyoruz, her seferinde ilk kez karşılaşmış gibi davranıyor ve bir öncekinde ne konuştuysak sürekli aynı şeyleri tekrarlıyoruz.

Yaşadığımız can kayıpları açısından baktığımızda, asıl sorunun yapı güvenliği olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Yapı güvenliğinin mühendislik bilimi olmadan sağlanamayacağını, ekonomik, siyasi kaygıların tekniğin önüne geçmemesi gerektiğini kavramalıyız.

30 Ekimde İzmir’de merkez üssü Seferihisar olmak üzere bir deprem yaşandı. Depremin neden özellikle Bayraklı ilçesinde yoğunlaşarak yıkıma yol açtığını teknik yönleriyle tartıştık ve değerlendirdik.

Bu depremde, 116 canımızı yitirdik ve binin üzerinde yaralımız var. Yaşamları boyunca yarattıkları ne kadar değer varsa maddi, manevi, kültürel kendileriyle birlikte yapıların içerisinde muhafaza eden ve şimdi o yapıların altında yitirdiğimiz 116 can…

Depremi bu acıları yaşamadan atlatmak mümkün değil miydi? Yıllardan beri ödediğimiz deprem vergilerini yapılarımızın güvenliğini sağlamak için kullansaydık, kentlerimizi kazanma hırsıyla talan edenlere teslim etmeseydik ve adına “barış” diyerek güzellediğimiz imar aflarını uygulamasaydık…

Peki, biz ne durumdayız?

Can kayıplarının acısı taze, mal kayıplarının ne düzeyde olduğu tam olarak bilinmiyor, evlerinde ağır hasar olanlar evlerine giremiyor, orta hasarlı olanları bundan sonra ne yapacaklarını bilemiyorlar dahası yapı hasarı olmayanlar bile telaş içerinde çadırlarda kalıyor. Üzerine basa basa söylenecek tek bir şey var: Yapı güvenliği. Yapı güvenliği sağlanmadan bu karmaşadan kurtulmamız mümkün değil. Ege denizinde Sisam adasının kuzeyinde yaşanan bir depremde İzmir’de birçok bina yıkıldı ve nicesi ağır hasarlı durumda, beklenen İzmir Depreminde oluşacak tabloyu siz düşünün…

Açıkça ifade etmek gerekir ki, ülkemizdeki yapı stoku hala depreme hazır değildir. Bir milat olarak kabul ettiğimiz 1999 Kocaeli depreminden bu yana geçen yıllar boşa geçmiştir. Bu büyük deprem sonrası verilen sözler yerine getirilmemiştir.

2011 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe giren Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planında depremi öğrenmek, deprem güvenli yerleşme ve yapılaşma ve depremin etkileriyle baş edebilmek üzerine hedeflenen planlar yerine getirilmemiştir.

2017 yılında kadar başta kamu binaları, okullar ve hastaneler olmak üzere tüm Türkiye’deki yapıların deprem risk gruplandırılması yapılmamıştır.

Yaşayacağımız olası deprem üzerine senaryolar oluşturulmuş, bu senaryoda yıkılacak, ağır hasar görecek ve can kaybı yaşanılacak binaların toplam sayıları ifade edilmesine rağmen esas soru olan hangi binalar yıkılacak/ hasar görecek sorusunun cevabı verilmemiştir.

Vatandaşların cebinden para çıkmasın denilerek mühendislik hizmeti dışında tutulan yapılar imar afları ile belgelendirilmiştir.

Üniversitelerde daha nitelikli, verimli ve uygulamaya yönelik mühendislik ve mimarlık eğitimin verilmesi sağlanacaktır denilmesine rağmen her ilde yeterli akademisyen kadrosu ve imkânları olmamasında rağmen yeni üniversiteler açılmış, nitelikli eğitim talebimiz her fırsatta boşa düşmüştür. Tam da bu noktada, üniversitelerin inşaat mühendisliği bölümlerine girişte başarı sıralamasının en az 50.000 olması yönündeki talebimizin ne kadar öncelikli olduğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

Ve çok açık ki, yapı üretim süreçlerine rant odaklı yaklaşıldığı sürece 30 Ekimde İzmir’de yaşadığımız tablo yarın belki gene İzmir’de, İstanbul’da ya da bir başka ilimizde önümüze çıkacaktır.

Artık günü birlik tartışmaları bırakıp depreme karşı somut adımları atmanın zamanı gelmiştir. Kamu kaynakları en etkin şekilde değerlendirilerek bu alana aktarılmalı ve bir gün bile beklemeden eyleme geçilmelidir. Acil olmayan ya da gereksiz yatırımlar durdurulmalı ve bu kaynaklar yapı güvenliği için kullanılmalıdır. Envanter çalışmalarıyla acil yıkılacak binalar tespit edilerek yıkılmalı ve vatandaşa bir maddi yük getirmeden tekrar inşa edilmelidir. Yeni yapılacak yapılar için denetim mekanizmaları en etkin şekilde işletilmelidir. Mühendislik eğitiminin kalitesi dalında yetkin mühendisleri yetiştirmek için arttırılmalıdır. Ülkemizi içinden kemiren liyakat sorununun çözülmesi elzemdir.

Minik Elif’in yıkıntılar arasından çıkan yaşama sevincine tutunarak, bu yıkımı bir daha yaşamamak için sorumluluk taşıyan herkesin bir vicdan muhasebesi yapıp elini taşın altına koyması gerekir.

Bu noktada, İzmir’de hasar tespiti çalışmalarına ihtiyaç yok denilerek sürecin dışına itilmek istenilen TMMOB’a her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu bilinmelidir. Unutulmasın, bizi harekete geçiren sadece mesleğimizden ve anayasadan aldığımız güç değil, yüreğimizdeki insan sevgisidir**…

*İMO İzmir Şube Başkanı

*”Yüreğimizdeki insan sevgisini ve yurtseverliği, baskı ve zulüm yöntemlerinin söküp atamayacağının bilinci içinde, bilimi ve tekniği, emperyalizmin ve sömürgenlerin değil, emekçi halkımızın hizmetine sunmak için her çabayı güçlendirerek sürdürme yolunda inançlı ve kararlıyız”- Teoman Öztürk TMMOB 25. Genel Kurul - 24 Mayıs 1980